31 Mart 2010 Çarşamba

Madrid-Barca: Madrid'de Barca Güldü


Maç öncesinde kim kazanır diye düşündüğümde karar vermekte çok zorlandım. Doğrusu içimdeki ses (genellikle yanıltıcıdır) Barca'nın rahat yeneceğini söylüyordu ama mantığım (genellikle doğruyu gösterir) hafta sonu oynadıkları maçlara baktığımda Madrid'in evinde yenilmeyeceğini söylüyordu. İçimdeki ses doğru çıktı.


Biraz geçmişe gidelim. Yanılmıyorsam Madrid, İspanya liginde Barcelona ile oynadığı iki maçı da kaybetmişti. F8'de de ilk maçı kaybedince, Barcelona sezonda 3-0 öne geçmiş oldu. Ancak F8'deki kaybedilen maç aslında Barca'nın kadro kalitesi ile değil, Madrid'in iki maçı kaybetmiş olmanın getirdiği psikolojik ortamdan kaynaklanmıştı. Kazanabilecekleri maçı elleriyle adeta verdiler ama bu maçı kaybederken önemli bir şey kazandılar. O da Barcelona'yı yenebileceklerini gördüler. ikinci maçta bunu gerçekleştirdiler ve saha avantajını alarak seriyi evlerine taşıdılar.


Madrid ekibi ilk maçta Barca'yı yenebileceğini gördü ikinci maçta ise Barca'yı yendi. Evlerinde oynadıkları üçüncü maçta ise rakiplerinin üstün şut yüzdesine ve bir ara farkı 20'lerin üzerine çıkartmış olmalarına rağmen farkı kapatacak iradeyi gösterebildi Madrid'li oyuncular. En aızndan fark 20'nin üzerindeyken bile maçı kazanacaklarına inanıyorlardı.


Ligde Barcelonaya iki kere kaybeden Madrid ile EL'de Barcelona'ya kök söktüren Madrid arasındaki fark ne?


Sanırsam ikisi Madrid'e 1'i ise Barca'ya ait olan toplam üç farklılık olduğunu söyleyebiliriz. Madrid'de Tomic'in gelmesi ve Reyes'in sakatlık sonrası form tutması belirlyeici oldu. Barcelona da ise en azından 3 maçta Morris'ten yoksunluk olumsuz bir etken olmuştu.


madrid evinde oynamanın ve kazanma mecburiyetini stresi ile kaybetti. Barca ise kaybettikleri avantajı kazanabilmek adına daha sert oynadı.


Pascual'in Sada sevdasından vazgeçip Lakovic'i daha fazla değerlendirmesi de Barca'nın maçta etkinliğini arttıran faktör oldu.


Sonuçta basketbol dolu keyifli bir seri izliyoruz. Ben her zaman Barcelona'ya bir sempati beslerim ama Messinalı Madrid'in oynadığı basketbol ve mücadelesi de doğrusu gönlümün onlara kaymasına sebep oluyor. serinin uzaması en büyük dileğim.




24 Mart 2010 Çarşamba

Euroleague F8: Barcelona-Real Madrid


Doğuru f8 umduğundan daha heyecanlı bir hal aldı. Olimpiakos'un evinde rahat yeneceğini düşünmüştüm. 4 sayı ile yenmişler. Cska-Tau maçının yakın geçeceğini düşünmüştüm ama Cska çok iyi oynadı. Rahat kazandı. Aslında bu maça ilişkin yazılabilecek çok şey var ama barutumu sonraki maça saklıyorum. Maccabi maçını seyretmedim ama 20 sayılık farkı yakalayıp kaybetmeleri çok ilginç. Benim açımdan daha ilginç olanı ligimizden giden iki oyun kurucunun partizan'ı oynatması. Ayrıca 2005'de efes forması giyen KEcman'In da en skorer oyuncu olmadı. Mccalebb ise 10 ribaunt ve 6 asistlik katkısı ile galibiyette önemli iş yapmış. maç sonrası Gershon: rakibin nasıl olsa maç gidiyor diyerekten rahat atışlar kullandığından ve yüzdeli soktuklarından hayıflanmış.


Gelelim serinin en heyecanla beklenen maçına. Maça Barca iyi başladı. Ama iki koçta maçın başındaki gidişattan pek hoşnut kalmamış olmalılar ki neredeyse kadrodaki tüm oyuncularını daha ilk periodda oyuna sürdüler. iki koçta arayışta diye düşündüğüm an Real Madrid'in bir parça daha akıllıca oynadığı izlenimine kapıldım. hücumdaki paslaşmalar, boş şutlar ve pota altını daha fazla zorlayan Real Madrid görünümündeydi. Oyun o şekilde devame etse Madrid kazanacaktı. Zaten istatistikler de adeta Madrid'in kazanacağını iddia eder bir görüntüdeydi. Maçın tümüne baktığımızda, Barcelona 29 ikilik 25 üçlük denemiş. Madrid ise; 49 ikilik 14 üçlük denemiş. Pota altını daha fazla zorlayan Madrid olsa da Barcelona 17 serbest atış daha fazla kullanmış. maçın en önemli paradoksu da burada yatıyor. Barcelaona oyuncular özellikle Navarro ve Rubio faulleri gösterme konusunda oldukça mahirler. bu ikiliye toplam 13 faul yapılmış.


Maçın kırılma anı doğrusu Mickael'in üst üste kaydettiği iki üçlük oldu. O iki üçlük ile Barcelona oyunda ağırlığını koydu. ;ki üçlük ile bir takım diğer bir takıma karşı ağırlık koyabilmesinin altında doğrusu psikolojik faktör yatıyor. Madrid'li oyuncular son periodda adeta "rakip bizden daha kuvvetli ve biz ne yaparsak yapalım onlar kazanacaklar" psikolojisi ile oynadılar. Kafalarındaki favori Barcelona olduğundan Mickael'den gelen iki üçlüğe teslim oldular. (Navarro'nun 6-0 attığı bir ortamda Mickael'den sayılar gelmesi ayrıca önemli). Navarro gerçekten hücumda kötü bir günündeyken savunmada daha da kötü bir günündeydi.


Mickael demişken bu tip oyucnuların Avrupa basketbolunda çok daha fazla yer almaya başladığını görüyoruz. sayacağım isimleri benzerlikleri ve farklılıkları ile değerlendirmemeiz mümkün ama hepsini aynı potaya sokabileceğimiz temel bir ortak özellik olduğunu düşünüyorum. Tau'daki oyunu ile Hansen, Mickael, Thornton, Sato ve benzeri oyuncular giderek önem kazanıyor. Ağırlıklı olarak kısa forvet pozistonunda oynayan bu tip oyuncuların çok üstün basketbol yetenekleri olmasa da mücadele ve savunmalarının yanı sıra basketbol zekaları, topu yere vurabilmeleri ve vasat/üstü şutları ile görünen ve görünmeyen çok iş yapabilmekteler.


F8 beklediğimden daha heyecanlı geçecek gibi. ancak maç sonrası açıklamalara şöyle bir baktığımda Maccabi'nin bundan sonraki maçı rahat kazanacağını söyleyebilirim. Maccabili oyucnular 20 sayılık farkı yakalayıp kaybetmeyi hazmedememişler. değişik bir maç olacak. 2. maçlarda Cska serisi yerine Maccabi serisini izlemek isterdim. Barcelona-Real Madrid arasında perşembe oynanacak maç yine benzer bir görüntüye sahne olabilir. Olimpikos'un bu sefer daha rahat yeneceğini düşünüyorum. Cska için bu sefer daha zor bir galibiyet olacağını düşünüyorum.
foto: turkbasket.com

21 Mart 2010 Pazar

Avrupa'da Efes Pilsen (2009-2010 Sezonu):Biraz da İstatistikler Konuşsun


Avrupa ligindeki normal sezona baktığımızda efes'in oynadığı 10 maçta sadece 4 galibiyet alabilmesi Efes adına sezonun ne kadar kötü geçtiğinin göstergesi. Efes üst tura çıkmayı kendi galibiyeti ile değil, Unicaja'nın galibiyeti ile başardı. o dönemde efes için yazdığım bir yazıda bundan sonra efes f4 bile yapsa bir anlamı olmaz mealinden bir şeyler yazmıştım.


Gerçekten de normal sezonda Efes'in kendi ayarına yakın takımlara karşı galibiyeti olmaması EL'de normal sezondaki 4 galibiyetin ikisinin Orlenaise gibi çok sıradan bir takıma karşı olması normal sezonda Efes'in ne kadar kötü olduğunun bir göstergesiydi. Normal sezonda ortalama 79 sayı yedi efes pilsen. orlenaise maçlarını çıkarttığımızda bu rakam; 83,5 gibi bir ortalama ediyor ki, bu kadar sayı yiyen bir takımdan da çok fazla şey beklememek lazım. Top 16'da ise bu ortalama 75,5'e düştü. Son anlamsız Siena maçını çıkarırsak ise efes'in 72 sayı yediğini görebiliriz. Bu anlamda daha çetin ikinci turda, efes'in daha iyi savunma yaptığını ama bunun dahi yeterli olmadığını bu sayılar bize göstermekte.


Gerçekten de top 16'da ilk siena maçı haricinde efes'in istediğini aldığı bir maç olmaması ve ilk turdaki kötü oyun bir arada düşünüldüğünde sezonun efes adına çok kötü olduğunu söylemek mümkün. Prokom ve Partizan gibi düşük bütçeli vasat takımların Top 8'de olduğunu düşündüğümüzde ki bu takımların koçları "Top 16'ya kalmalarının bile başarı olduğunu" söylemişlerdi, Efes'in hayıflanmak için çok fazla nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Transfer döneminin başlamasından itibaren yapılan çok sayıda yanlış ile isim bazında "büyük" olan kadro eylem bazında oldukça "küçük" kaldı.


Rakocevic gibi bir yıldızdan bir türlü istenilen alınamadı. Maçlara genel olarak baktığımızda Ataman'ın eski oyuncularına daha fazla güvendiğini, özellikle Fenerbahçe serisini getiren basketbol sistemi ile ve oyuncularla başarı peşinde olduğunu gördük. Bu mantığa çok fazla itiraz etmesem de sene başında yeterli bir oyun kurucu olmamasının pahalıya patlayacağını çok kere yazmıştık. Kerem'in cezası nedeniyle de 4 numara yoksunluğunun takımı zorlayacağını yazmıştık. Boki'nin tam anlamıyla ne 3 ne de 4 olması ve elde Shumpert varken bu transfer, gereksizmiş gibi gözüktü. Shumpert yerine alınsa daha anlamlı bir transfer olabilirdi. kısacası takımın asıl ihtiyaçları atletik bir dört numara ile iyi bir oyun kurucu iken takıma bir; 2 numara bir 3,5 numara ve bir de 5 numara katıldı. Sonra bir beş numara daha alındı. kısacası 4 transfer yapıldı ama hiç birisi asıl ihtiyaç olan mevkilere değildi.


top 16'ya kalındıktan sonra 1 numara transferi yapıldı. Ama 4 numara zaafı tüm Avrupa macerası boyunca devam etti. Ataman'ın eski oyuncularına daha fazla güvendiğini süreler bize göstermekte. Kasun Santiago'dan neredeyse 100 dakika daha fazla oynamış. Shumpert Nachbar'dan 30 dakika fazla oynamış. Smith Rako'dan 90 dakika daha fazla oynamış. Kaya ise Ermal 250 dakika daha fazla süre almış. Tüm bu rakamlar Ataman'ın eski oyuncularına daha fazla güvendiğini gösteriyor. son bir rakam vereyim. Kerem tunceri Popovic'den 25 dakika daha fazla oynamış.


Buradan hareketle iki şey söylemek mümkün. Alınan oyuncular eski oyuncular kadar verim vermediğinden eski oyucnular daha fazla süre aldı da denilebilir. Transferler doğru yapılmadığından alınan oyunculardan yeterince yararlanılamadı da denilebilir. Doğrusu her ikisinin de geçerlilik payı var ama ikinci argüman diğerinden bana biraz daha mantıklı geliyor.


Efes Pilsen seneye Ataman'la devam mı edecek yoksa başka bir hoca ile mi anlaşacak bilemiyorum ama her ne yapacaksa yapsın, takıma ciddi bir müdahale şartmış gibi duruyor. Bu kadar para harcandıktan sonra top 8'den elenmenin bile başarısızlık kabul edilebileceği bir ortamda top 8'e bile kalamamak büyük bir başarısızlıktır.





foto:1bp.blogspot.com

19 Mart 2010 Cuma

Tofaş-Galatasaray


Galatasaray'ın iyi oyununun devam ettiğini bu haftada izledik. Doğrusu Akdağ'ın seçimlerinin ve sisteminin hoşuma gittiğini belirtmem gerek. Bu sayfalarda sıklıkla koç eleştirilerine aşina olan dostlar, arkadaşlar Akdağ'a iki haftadır methiyelerde bulunmamı şaşkınlıkla karşılayabilirler. Doğrusu ben de iki haftadır eleştiri yapamamanın sıkıntısını yaşıyorum. Ama bu maçta eleştirecek bir şey buldum ve biraz da olsa rahatladım. Akdağ Caner'e biraz fazla insiyatif tanıyor gibi geldi. Caner'den çok iyi yararlanıyor. zaten ilk beş başlatıyor ve süre dağılımını bilmiyorum ama tahminim ortalamada Caner'in süresi Akdağ ile birlikte 10 dakikanın üzerinde bir artış gösterdi. hatta son haftalarda bu süre fazlalığı 20 dakikaların bile üzerine çıkmış olabilir. Caner ribaunta iyi giren fiziğine oranla hızlı ve iyi savunmacı ve boş atışlarda faydalı olabilen bir oyuncu. Akdağ onu biraz da thornton gibi kullanmaya çalışıyor ve bence başarılı da oluyor. Ama driblling konusunda çok başarılı olmayan Caner'in, ribaunt sonrası top sürerek çıkması ve hücumda insiyatifi ele alıp, penetreleri ile takımı sürüklemeye çalıştığı pozisyonlar top kayıpları ve kötü hücumlar ile neticeleniyor. Caner nerede durması gerektiğini, hücumda ne kadar aktif olması gerektiğini öğrenmeli. Çok fazla şey yapmaya çalışırken takıma zarar verebileceğini fark etmeli. etmiyorsa da bunu ona koçun söylemesi gerekli. Caner hatalar yaptığı anda Akdağ'ın onu kenara alıp gerekli uyarıları yapaağını beklemiştim ama olmadı. eleştirdiğim nokta da bu.


D-wash bile birazcık durulmuş gibiydi. onun durulabileceğini sanmıyorum ama sanırsam saçmaladığında anında kenara geleceğini ve uzunca bir süre oyuna giremeyeceğini anlamış gibi bir hali vardı. savunmada biraz daha dirençliydi.


Takımda oyuncuların büyük bir kısmında önemli gelişmeler olduğunu görüyorum. Can ve Murat gibi yerli oyuncular da Akdağ sisteminde savunmanın esas olduğunu kavradıklarında ve bu yönde daha aktif olabildiklerinde Galatasaray daha da ciddi bir rakip olabilir.


Galatasaray mücadelesi ile zevk veriyor. Play-off'a kalması mucizelere bağlı olsa da son sıradan play-off'a katılması durumunda efes ve fener için galiba ligde eşleşmek isteyecekleri son takım galatasaray olur. TT ve beşiktaş'ın hem eksikleri ve buna bağlı olarak da son dönemlerde oynadıkları basketbola baktığımızda play-off'larda Galatasaray ciddi renk katabilirdi. Neyse hayıflanmaya da gerek yok. Kendi kendilerini yaktılar.


Son söz: değişmeyen söz: jasaitis, rancik ve wilkinson seneye umarım ligimizde olurlar.

14 Mart 2010 Pazar

Galatasaray-Karşıyaka (Akdağ Doğru Yolda)

Karşıyaka'nın pota altındaki yabancılarından birisi olmaması Galatasaray için maçı kolaylaştırmış olsa da oynanan basketbol ve özellikle Akdağ'ın rotasyon tercihleri beni fazlasıyla memnun etti.
Akdağ takımın savunma potansiyeli en yüksek beşi ile sahada yer almayı tercih ediyor. bu bağlamda kısa rotasyonunda Caner ciddi süreler almaya başladı. Jasaitis vw Caner gibi kısa forvet oynayan iki oyuncu ile sahada yer almak ise ribaunt konusunda takımın başının fazlaca ağrımamasını kolaylaştırıyor. bunun yanı sıra oyun kurucu olarak ise Evren'i kullanan Akdağ bence çok olumlu bir ilk beş oluşturdu. Özellikle D-wash girince onun savunma zaafından dolayı gelebilecek penetrelere ise pota altında blok tehdidi olan Fatih'i alması ayrı bir rotasyon artısı Akdağ için. dikkat ettiyseniz, ne zaman D-wash giriyorsa o zaman Fatih'te oyuna giriyor.
Rakip alan savunması yaptığında ise Murat Kaya'ya köşeden boş şut buldurmaya yönelik bir oyun var. Oyun kurucu ortadan penetre edecekmiş gibihareket ediyor ve post'taki uzuna veriyor. o uzun ise dışarı ters taraftaki köşede soteye yatan Kaya'ya veriyor ve boş atış yakalanıyor.
Oyun içinde Akdağ'ın çizdiğini düşündüğüm çok fazla sayı izledim. Bu anlamda son dönemlerde koçun oyun üzerindeki etkisini en net gördüğüm maç oldu.
Buraya kadar olumlu noktaları yazdım. birazcık da sorunlardan abhsedelim. Malum; D-Wash saçmalama potansiyeli ile her an takımı yakacak bir görüntü sergiliyor. ilk yarıda periodun bitmesine 40 saniye kala oyuna girdi. ve 40 saniyede iki top kaybı yaptı. Evren 40 dakika oynayamayacağından ve D-wash'ın oyun kurucudan ziyade off-guard olarak daha verimli olmasından dolayı Can'ın hazır olması daha da önem kazanıyor. en azından savunmada yapacağı katkı ile takıma büyük fayda sağlayabilir.

11 Mart 2010 Perşembe

Elveda Avrupa: (Galatasaray)


Seyretmediğim maç üzerine bir yazı yazmak gibi bir adetim olmasa da maçın istatistiklerine bakınca aklıma gelen bir kaç noktayı paylaşmak istedim. Galatasaray'ın attığı 98 sayının 88'i yabancı oyuncularından gelmiş. yerli oyuncular ise sadece 10 sayı atabilmiş. Türkiye liginin ve yabancı kuralının saçmalığını göstermesi açısından tek başına bu bile anlamlı bir görüntü ortaya koyuyor. Zaman olsa avrupa'da oynayan tüm takımlarımız için yabancı yerli katkılarını çıkarabilsek hatta ligimizdeki tüm takımların kaydettikleri sayılarda yabancı katkısını ortaya koysak, kuralın yerli oyuncuları geliştirmek bir yana adeta görev adamları haline getirdiğini görmek mümkün olabilir.
Sürekli belli oyuncuların sayı yükünü üstlendiği bir yapı da günümüz basketbolunda başarı yakalamak pek mümkün değil. Sistem içinde her oyuncudan her an katkı almak gerekiyor. Federasyonun da bu durumu göz önünde tutarak klüpler düzeyinde uluslararası bir başarı için yabancı kuralını yeniden yapılandırması gerekiyor. Bu çarpık tablo yerel başarılarla övünecek olanları mutlu edebiliyor ama basketbolumuza faydası var mı bu konu üzerinde ciddi olarak düşünmemizi gerektiren bir tablo ortaya koyuyor.

7 Mart 2010 Pazar

Galatasaray vs. Efes Pilsen


Son 4 maçını kaybeden Galatasaray'ın, Efes Pilsen'i yeneceğini tahmin edebilen var mıydı, bilemiyorum. Doğrusu ben son perioda kadar maçın yakın farklarla ilerleyeceğini ama son beş dakikada işi daha ciddiye alan Efes'in 8-9 gibi bir farkla maçı kazanacağını düşünüyordum. Bu düşüncemin kaynağı; efes'in gücüne olan inancımdan değil, Galatasaray'ın bu tip maçları kaybetme alışkanlığından kaynaklanıyordu. Ama Galatasaray bu alışkanlığını kıracak bir oyun sergiledi. Galatasaray'ın şu kadrosu ve oyununu görününce sene başındaki saçmalıktan dolayı çok hayıflanıyorum. Kümede kalma savaşı yerine play-off'larda ciddi bir renk olabilirdi sarı kırmızılılar. Neyse geçmişe çok da takılmamak gerekiyor.


Maça ilişkin söylenebilecek çok şey var. Ataman'ın tercihleri sorgulanabilir. Galatasaray'ın ise kenardan iyi yönetildiği savunulabilir. Bunları şimdi çok fazla tartışmayacağım. ileride yazacağım Efes Pilsen yazıma saklamayı planlıyorum.


Galatasaray için şöyle bir iddia çok da anlamsız olmayabilir. Jasaitis takımın en skoreri olduğunda Galatasaray'ın ligde yenebileceği takım sayısı çok fazladır. Ama bu iddia ile Jasaitis'in üzerine sorumluluk yüklemek yerine bunu bir gösterge olarak alınması gerektiğini düşünüyorum. Jasaitis, takımın skor yükünü sırtlayan bir oyuncu değil. Jasaitis'in maçı çok fazla sayı ile bitirdiğinde takımda işlerin iyi gittiğini söylemek mümkün. İşte Efes maçı da aynen böyleydi. İşler her açıdan iyi gidiyordu. D-Wash bile maçın sonunda sazı eline alırken saçmalamak yerine etkili penetreler ile takımına ciddi katkı yaptı. Bunun yanı sıra son haftalarda özellikle savunma alanında takıma verdiği katkılarla neden alındığını ispatlamaya başlayan Caner bu maçta skora olarak da takımına katkı verdi. Ancak Galatasaray'ın bu etkili oyunu, bizzat takımda işlerin iyi gitmesinden mi kaynaklandı yoksa Efes'in etkisizliğinde mi kaynaklandı sorusuna cevap bulmak kolay değil. bunu ilerleyen haftalarda seyredeceğimizi efes ve galatasaray takımlarına bakarak belki cevaplandırabiliriz. yürekten oynayarak taraftarına güzel bir galibiyet hediye eden Galatasaray takımını kutluyorum.


Her galatasaray yazımda olduğu gibi Wilkinson, Rancik ve Jasaitis'in seneye de takımda kalabilmelerini en azından Türkiye liginde kalmalarını canı gönülden diliyorum.


foto: hurriyet.com.tr


5 Mart 2010 Cuma

Teşekkürler Efes Pilsen


Efes Pilsen’in İstanbul’da Partizan maçı ile başlayan Avrupa serüveni Real Madrid maçı ile resmen olmasa bile fiilen sona erdi. Özellikle Top 16 maçlarında gösterdiği performans ile basketbolseverlere keyif verdiğini düşünüyorum. Bu takım hakkında çok eleştri yapılabilir: Maçın kırılma anlarında kötü oynadığı, kenar yönetiminin maç içinde yanlış kararlar verdiği, Rakoçevic krizinin iyi yönetilememesi, Kerem’in doping hadisesinden sonra bu oyuncunun boşluğunun doldurulamaması. Bunlar eleştirilebilir. Ancak, eleştrilemeyecek tek bir şey varsa o da takımın hiçbir maçta mücadeleyi bırakmamasıdır. Apdi İpekçi’ye gelen basketbolsever sayısındaki geçen seneye göre dikkate değer artış bence bu mücadele gücünün ödüllendirilmesidir. Seyirciler oyanan basketboldan ve mücadeleden zevk almışlardır. Efes Pilsen bu sene hiç bir şey yapmamış olsa bile sırf kaliteli basketbol seyircisini salonlara çekmiş olması olumludur.

Peki fırsat ayağımıza gelmiş iken mücadele seviyemiz ve çoşkumuz en üst düzeyde iken neden Real Madrid’e yenilip bu gruptan çıkamadık? Tek bir sebebi yok tabiki. Bir çok sebebin birleşmesi bu sonucu yaratmıştır: Ben kendimce bir sıralama yaptım:

Takım yapısına bağlı sebebeler:

1) Sene başından bu yana şut özelliği baskın olan uzun ve hareketli 4 ve 5 numaralı oyuncuları savunacak bir oyuncumuzun olmaması. Kerem Gönlüm olsaydı Garbajosa 4/4 üçlük atabilir miydi?
2) Maçın kırılma anlarında kronik kilitlenmeler
3) Oyun içinde zaman zaman konsantrasyonu kaybetme.
4) Momentumu ele geçirdikten sonra öldürücü darbeyi vuramama.
5) Rakocevic’in takıma uyum sağlayamamasından doğan basit hataları

Kenar yönetimden kaynaklanan sebebler

1) En verimli uzun ikilisi olan Kaya-Kasun ikilisinin geç keşfedilmesi
2) Rakocevic krizinin iyi yönetilememesi
3) Kenar yönetiminin hakem hatalarına (hakemler bu arada gerçekten kötüydü) aşırı takılmaları. Bu durum oyunculara da sirayet etmiştir. İlk yarıda oluşan 15 sayılık farkın en önemli sebebi Bullock’a çalınan 3 atışlı faule kenar yönetim ve oyuncuların çok fazla takılmalarıdır.
4) Ara transfer döneminde 4 numara alınamaması.

Real Madrid maçı bütün sezonun özeti gibiydi. Kazanma ruhu ve azmi ile maça tutunduk ama bir yerde yukarıdaki faktörler bir seviye daha yukarı çıkmamızı engelledi. Şunu hemen belirtelim Kaya kaçırdığı faullerin yarısını sokabilseydi veya Nachbar 2 saniye kala topu potaya atmyıp dışarı çıkarabilseydi bu maçı uzatmaya götürüp kazanabilirdik. Hatta, hakemler Nachbar Lavrinovic’le olan mücadelesinde faulle ilgisi olmayan pozisyonda çaldığı uydurma faulu çalmasaydı ve yine hakemlerin en kritik anda Nachbar’ın basket faulünü es geçmese maçı yine kazanabilirdik. Ama maçtan sonra “Efes mücadeli azmi ve çoşkusuyla mucizevi bir galibiyet aldı” derdik. Her maçı sadece mücadele ile kazanamazsınız. Mücadele ve çoşku bu tür seviyelerde gereklidir ama yeterli değildir. Efes Pilsen oyunun mücadele yönünü sahaya azami bir şekilde yansıtmış ancak diğer yönlerde üzülerek söylüyorum ama başarısız olmuştur.

Materyalist bakış açısı ile değil romantik bir basketbolsever olarak şöyle arkama yaslanıp düşündüğümüde Efes Pilsen’in Top 16 maçlarında keyif veren maçlar çıkarmıştır. Maçların her anında heyecanı en üst düzeyde tutmuştur. En azında bunun için “Teşekkürler Efes Pilsen”