28 Ekim 2011 Cuma

Enseyi Karartmaya Gerek Yok

“Bu hafta Euroleague takımlarımız açısından kâbus gibi geçti” gibi klasik, standart ve ilk etapta gerçeği yansıtır gözüken bir girişle başlanabilirdi. Ancak, ben bunu yapmayacağım. “Yenildik ama ezilmedik” gibi 80’li yıllar model bir girişle de başlamayacağım. Kanımca en uygun giriş “enseyi karartmaya gerek yok” olmalıdır. Neden enseyi karartmamamız gerektiğini anlamak için aslında kaybedilen 3 maçtaki ortak noktalara bakmamız yeterlidir.





1) 3 takımımızın oyun kurucularının hücum performansının dibe vurmuş olması. 3 takımımızın oyun kurucuları toplamda yüzde 28 şut yüzdesiyle 44 sayı atarken, rakip oyun kurucular yüzde 37 şut yüzdesiyle 69 sayı atmış. Bizim kısaların asist/top kaybı oranı 1,67 iken yaparken, rakip kısalar için aynı oran 3.57 olmuştur. Bu rakamların anlamı şudur: Rakip oyun kurucular ortalamanın biraz altında bir performans göstermemesine rağmen bizim kısalara her alanda üstünlük sağlamışlardır.

2) Hücum ribauntları: Rakip takımların 3 maçta hücum ribauntlarında 41-28 üstünlükleri var. Maç başına rakip takımların 4 kere daha fazla hücum yapması anlamına geliyor ki maçların çok yakın geçtiğini düşünürsek karşı takımlara önemli avantaj vermişiz. 3 maçtaki toplam şut yüzdemizin rakiplerimizden daha iyi (yüzde 44,1 rakip: yüzde 42,7) olması aradaki farkın fazla hücum etmekten kaynaklandığını göstermektedir.

3) Uzak mesafe atışları: takımlarımız yüzde 15/51’le yüzde 29 ‘la üçlük atarken rakiplerimiz 23/62 ile yüzde 37 ile üçlük kullanmışlar. Rakamsal olarak bakıldığında kaybetmemizde etken gibi gözükse de dış şuttan ziyade potaya yakın atışı tercih etmemiz ve rakibi görece olarak potaya daha uzak atışlara yönlendirmeye çalışmamızı uzun vadede faydalı buluyorum. Şut yüzdemiz buralarda kalmayacaktır. Ayrıca, rakiplerde elbette bu denli yüksek yüzdeyle atmayacaktır.

4) Maçın sonlarında kritik toplarda iyi savunma yapmamıza rağmen yediğimiz basketler. Aslında yukarıdaki 3 belirleyici faktöre rağmen Efes ve Galatasaray maçlarında kritik anda 24 saniye süresinin biterken yediğimiz basketler (Hamilton ve Domercant) olmasa maçları kazanabilirdik.
Sonuç olarak, yukarıdaki tablo 3 takımımızın gösterebileceği minimum performansa işaret etmektedir. Başka bir deyişle, takımlarımızın performans aralığını (-10 +10) diye düşünürsek bu hafta takımlarımızın -10 seviyesine yakın bir performans gösterdikleri kanaatindeyim. Bu anlamda yukarıda saydığım 4 faktör aynı anda bir araya gelmez ise böyle bir haftayı grup maçlarında ve TOP 16’da yaşamayacağımızı düşünüyorum

Faruk Aydın

26 Ekim 2011 Çarşamba

HORTLAK: Anadolu Efes-Spirou


Dün Galatasaray ve Fenerbahçe'nin EL 2. hafta rakiplerini analiz ederken, Efes'in rakibini analiz etmeme nedenim olarak onun çok hem isim hem de kadro olarak çok zayıf bir takım olmasına bağlayarak, Efes'in rahat bir galibiyet alacağını iddia etmiştim. Ben Spirou'yu ne kadar küçümsediysem Efes de o kadar küçümsedi. Khimki gibi bir rakibi devre dışı bırakarak EL'e katılamsı bile başlı başına saygı hakettiriyorken, bunu görmezden gelerek burun kıvırmanın ne kadar yanlış olduğunu hatırlattı hem bana hem de Efes takımına Spirou'nun oyuncuları.

Partizan maçı sonrasında yazdığım Efes yazısında herşeyin güllük gülistanlık olmadığının altını çizmiştim. Ancak sorunların bu kadar erken ortaya çıkacağını doğrusu düşünmemiştim. Efes kısa rotasyonundaki sorundan ve Kinsey'in her maç öyle oynayamayacağından söz etmiştim. Kinsey yine iyi oynadı ancak Partizan maçındaki Savanovic'i aradı gözler.

Efes rotasyonunuun önemli sıkınıtlarından birisi ne kısa ne de uzun oyucnuların yeterince penetre yapmaması. Efes'in pivot rotasyonu EL'deki en kuvvetli rotasyon görünümünde ancak ayakları çok da hızlı olmayan bu oyuncuları sadece perde için kullandığınızda onları potadan uzaklaştırdığınızda söz konusu pivot zenginliğinin pek bir anlamı kalmıyor. O yavaş ayaklarla ikili oyun yapabilmek için özel kıwsa oyunculara sahip olmak gerekir. Efes'in o özellikte oyuncuları yok maalesef.

Savanovic'in savunma zaafları dün göze çok fazla battı. Oyunda olduğu kısa sürede yapmadığı savunmanın ceremesini çok çektik. rakibin hızlı hücumunu faul yapmayarak durdurmayan Cenk, Ufuk'dan fırçayı yedi ve bir daha da oyuna giremedi. Doğrusu benzer konsantrasyon eksiklerini neredeyse takımın her oyuncusunda gördük ama kabak amiyane tabiriyle Cenk'e patladı.

Bu mağlubiyeti takım, koç ve camia belki çok fazla önemseyecek ancak bence bu mağluybiyetin önemi çok fazla yok. En azından puan anlamında pek yok ama bu mağlubiyet başka açılardan önemli. O da F4 adayı olarak lanse edilen bir takımın hücum ve savunamda bu kadar kısır bir görüntü sergilemesi. Geçmiş senelerdeki kısır efes'i seyreder gibi oldum. Takımı ayakta tutan tek oyuncu olan Ersan'ın lokavt sonrası gideceği düşünüldüğünde Efes'in F4 adaylığı masaya yatırılabilir ki maç sonrası Ufuk da benzer şeyler söylüyor. "Pek çok kimse daha grup maçlarını bile oynamadan bizi F4'de görüyorlardı ancak biz pek çok aday takımdan sadece birisiyiz."

17 top kaybı yapan rakibimizi evimizde yenememeizin temel nedeni %57 gibi önemli bir ikilik şut yüzdesi ile oynamalarına izin vermemiz oldu. Savunma konusunda Efes'in daha becerikli olması gerekiyor eğer gerçekten F4 adayı olan pek çok takımdan birisi olmak arzusundalarsa.

Partizan maçı sonrası Efes için "ben oldum havasına girerlerse daha pişmeden yanabilirler" demiştim. Hakkatten de öyle oldu. Pişmeden yandılar. Umarım bu erken yanık sonraki olası yanmalara mani olur ve Efes'liler sütten ağızları yandığı için yoğurdu üfleyerek yemeyi öğrenirler.

Bu arada Ufuk Partizan maçında kritik anlarda sakin grüntüsü ve yerinde müdahaleleri ile takdir toplamıştı. Bu maçta ise yüzündeki endişe maalesef herkes tarafından okundu. Rakip oyuncular bile Ufuk'un yüzüdenki endişeden hareketle güven kazandılar. Maç sonu oyunları doğrusu eleştirmek kolaycılık olsa da Efes'in 3'lük ile maçı kazanmaya çalışması bence çok saçmaydı. Rakibin iki pivotunun 5 faulle dışarda olduğunu düşündüğümüzde, uzatmalarda Spirou'nun fazla bir şansı olmayacaktı. Uzatmadan korkmasına doğrusu anlam veremedim.

Geçmiş senelerdekine benzer vurduymnaz ve ruhsuz oyunun hortlamasının bu maç özelinde kalması dileğiyle...

Galatasaray ve Fenerbahçe'nin Rakipleri: Unics Kazan ve OLY


Fenerbahçe'den başlayayım çünkü onun işinin daha kolay olduğunu düşünüyorum. Bu seneki OLY oldukça genç ve pek de gelecek vaad etmeyen oyunculardan kurulu. Abilik görevi verilen ve her maç 20'li sayılar yapması beklenen Spanoulis'in sakatlık sonrası toparlanamaması en büyük handikapları. Bu nedenle Gecevicius onun görevine soyunuyor ancak Spanoulis kadar kaliteli bir oyuncu olmadığı için OLY, maçlarda çok zorlanıyor. Printezis ve Papanikalou gibi beklentilerin yüksek olduğu oyuncuların da çok formsuz olması nedneniyle OLY vasat rakiplere bile farklı kaybedebiliyor. bkz. bilbao maçı bunun en güzel örneği. Ancak son lig maçına baktığımızda Spanoulis'in beklenen katkısı ile OLY ligde ilk maçını kazanabildi. Printezis bu maçta EL'deki görüntüsünden çok daha iyi bir oyun sergiledi. Hines ise kısa boyuna rağmen, atletik özellikleri ve güçlü fiziği ile skora büyük katkı yaparak OLY'nin galip gelmesinde önemli rol oynadı. Son lig maçı FB'ye karşı OLY'nin Bilbao maçından daha iyi bir görüntü çizeceğini gösteriyor. Ancak bu noktada Fenerbahçe'nin tek oyuncu üzerinden hücum eden takımlara karşı ömer onan faktörünü devreye sokrarak rakibin tüm sistemini alt üst etme yönünde önemli bir tecrübesi ve alışkanlığı olduğunu hatırlatalım. (bkz. nicholas'lı Efes). Son lig maçında oynatılmayan Papadapoulos'un bu maçta da oynamama ihtimali göz önüne alınırsa Fenerbahçe'nin bu seneki en büyük sıkıntısı olan uzun rotasyonunun bu maç özelinde söz konusu sıkıntıyı yaşamayacağı kolaylıkla söylenebilir. Bu bağlamda ben Fenerbahçe'nin çok rahat bir galibiyet alacağına inanıyorum.

Aynı Galatasaray gibi El'in yeni takımalrından biri olan Unics, çok güçlü ve tecrübeli bir rotasyona sahip. Özellikle Domercant'ın hem EL'de hem de Rusya liginde çok dominant bir skorer olduğunu hatırlatalım. Özellikle guard rotasyonunda aynı Galatasaray gibi dört değerli ve hatta daha değerli bir kısa rotasyonuna sahipler. Samaylenko, Greer, Lyday ve Domercant'dan oluşan mahşerin dört atlısında tanıdık isimler çok fazla. Bu dört oyuncudan Sameylenko haricindekiler Türkiye liginde oynadılar. Kısa forvet olarak Mccartty gibi önemli, tecrübeli ve skorer bir oyuncuya sahipler. Uzun rotasyonuna baktığımızda ise Savrasenko gibi çok fizikli bir oyuncuya ve Jawai gibi yine çok güçlü bir oyuncu ile pivot rotasyonunu tamamlamışlar. Buna karşın forvet olarak dışarıdan oynamayı tercih eden ama ribaunt katkısı ve savunmada sert özelilkleri olan Wilkinson (Gs taraftarları onu tanırlar ve çok severler) ve Veeremenko ile dört numara rotasyonunu sağlıyorlar. Aynı Galatasaray gibi kısa forvetleri olan McCarty'i 30 dakikadan fazla oyunda tutuyorlar ve onu dinelendirmek için koçun kardeşi olan Pashutin oyuna giriyor. Galatasaray'da ribaunt yükü büyük ölçüde Shippin üzerindeyken aynı görevi yaşlı olmasına rağmen McCarty başarıyle uyguluyor. Özellikle Shipp-McCarty eşleşmesi izleyenlere büyük keyif verecektir diye düşünüyorum. Pota altında Galatasaray'ın bir parça daha üstün olduğunu buna karşılık guard rotasyonunda ise Kazan ekibinin bir parça üstün olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle belirleyici olan eşeleşmenin kısa rotasyonu olacağını ve kısa rotasyonunda daha verimli olan takımın galibiyete uzanacağına inanıyorum. Tabiki bu iddianın gerçekleşmesi için temel varsayımın olan guard ve uzun rotasyonunun dengeli bir verimlilik sağladığı durumun gerçekleşmesidir. Bu noktada hem taraftarımız önünde oynayacak olmamız hem de daha kaliteli olduğuna inandığım bir koça sahip olduğumuz için galibiyet alacağımıza inanıyorum. Top 16 için daha üst sıraları zorlamak adına farkın önemini maç boyu unutmayarak çift haneli rakamlarda tam konsantrasyon ile oynamalıyız.

her iki takımımıza da başarılar dilerim.

Efes'in rakibi, hem kadro ve hem de isim olarak onun rakibi olamayaak bir takım olduğu için analiz yapmaya gerek görmedim. Anadolu Efes'li dostlar alınmasın.

20 Ekim 2011 Perşembe

Partizan-Efes: Güç Farkı


Efes kadro kalitesi ile ilk yarıda zorlanmış olsa da deplasmandan rahat bir galibiyetle döndü. Özellikle geçmiş yıllarda Efes'in deplasmanda galibiyet konusunda ne kadar kısır olduğunu düşündüğümüzde bu galibiyet göründüğünden daha fazla anlam içeriyor.

Hazırlık maçında Panathinaikos ve Olympiakos'a karşı alınan galibiyetlere, şimdi de Partizan galibiyeti eklendi. Efes çok güçlü bir görüntü çiziyor. Ancak Efes kısa rotasyonunun ben yetersiz olduğu inancındayım. Kinsey her maç böyle oynarsa sorun olmaz ancak Kinsey'den verim alınamadığında Efes kısa rotasyonunda sayı ve asist kısırlığı göze çok fazla batacaktır. Eskilerde Nicholas'a, geçmiş senelerde rakocevic'e düşen yük bu sene de Vujacic'e düşer ve takım oyunundan hızla uzaklaşılabilir. Bu kısırlık uzunlara da yansır ve geçmiş senelerdekine benzer bir kilitlenmeye yol açabilir.

Tabi bu sene Efes uzun rotasyonunun en önemli özelliği bireysel yetenekleri ile sayı üretebilecek adamların varlığı. Ersan, Savanovic ve Ermal bu tip dönemlerde insiyatif alabilir. Ancak bu durumların hepsi kısmen de olsa takım oyunundan uzaklaşılmasına yol açar. Bu nedenle özellikle Ermal'in hücum gücünü değerlendirecek opsiyonlar üretilmeli. uzunlara şut kanalları açacak konular ısrarla çalışılmalı. Efes "ben oldum" havasına girerse daha pişmeden yanabilir.

Çok kaliteli bir uzun rotasyonu var efes'in. Barac'ın henüz hazır olmadığını ve Efes'de görev tanımlarının tam olarak yerleşmediğini görüyoruz. buna rağmen deplasmanda zayıf denilemeyecek bir takımı rahat yenmesi Efes için gelecek günlerin aydınlık olduğunu ve kadro kalitesini gösteriyor.

Son olarak özellikle kritik anlarda topu oyuna sokmakta takımın zorlandığını görüyoruz. Buna ilişkin gerekli antremanların yapılmasının faydalı olacağına inanıyorum. Özellikle geçmiş senelerde çok yaşanmayan bir birliktelik var takımda. Kısa rotasyonunda savunmada daha becereikli oyucnualrdan kurulu bir efes izliyoruz. Kısa rotasyondaki bu canlılık ve heyecan tüm takıma sirayet ediyor ve bizlere de keyifli dakikalar izlemek düşüyor. Maç sonrası oyuncu ve koçların demeçlerine baktığımda özellikle 3. periodda Efes savunmasının etkisinden söz ediliyor.

Son olarak diye başlamıştım önceki paragrafa ama bir de son söz söyleyesim geldi. Öncelikle Ufuk Sarıca konusunda doğrusu benim ciddi endişelerim var. Efes üst düzey oyunculardan kurulu bir kadroyu tecrübesiz bir koça vererek büyük risk aldı. Ancak şu ana kadar Ufuk Sarıca'nın "defo"sunu görmedim. Bir tek dün Kerem'i 3 periodun sonları ve dördüncü periodun başında biraz dinlendirebilir ve maç sonunu daha diri bir Kerem'le geçirebilirdi. Yegane eleştirim budur. Umarım başarılı koçluğu daim olur.

Yolları açık olsun.

Galatasaray'ın İlk Euroleague Maçı


Euroleague'deki ilk maçında Galatasaray M.P. rakibi Prokom'u deplasmanda 76-72 yenmeyi başardı. Galatasaray klüp olarak EL tecrübesine sahip olmamakla birlikte bu tecrübeye sahip olan oyunculara sahip. Dün Lakovic'in efsaneleşen resitallerinden birisini seyrettik. Takımın her ihtiyaç duyduğu anda, can yakıcı üçlükleri ile Galatasaray'ın kazanmasında önemli bir rol oynadı.

Geçen seneki kadrodan bazı oyuncular tutulmuş olsa da Galatasaray'ın iskeletinde önemli değişiklikler oldu. Tutku her ne kadar takımda olsa da geçen seneki kadar süre alamıyor. Galatasaray'ın guard rotasyonunu tamamen değişti. Sadece isim bazında bir değişiklik değil, tarz oalrak da büyük değişiklik var. Bu bile tek başına takımın yeni bir kimya oluşturmasını gerektirecek bir hamle.

Geçen sene kariyerinin en güzel günlerini yaşayan Ermal gibi skorer bir pivottan mahrum Galatasaray. 12 kişilik rotasyona baktığımızda tutku, caner, shipp, cevher andric ve shumpert geçen seneden kalan oyuncular. Rotasyonda 6 yeni oyuncu ile yola çıkan takımın bu kadar kısa sürede kimyasını oluşturmasını açıklamak pek kolay değil.


Kısa sürede Galatasaray 3 maç kazanarak EL'e katılmaya hak kazandı. Arkasından Fenerbahçe'yi yenerek Cumhurbaşkanlığı kupasını aldı. Şimdi ise EL'de deplasmandan galibiyetle döndü.Bundan azımsanabilecek şeyler değil ancak işlerin Galatasaray için mükemmel olduğu da söylenemez.

Önceki maçlarda Galatasaray 20 civarında bir asist ortalaması tutturmuştu. Takımın asist ortalaması hala iyi olsa da son maçlarda ciddi bir azalma olduğunu belirtmemeiz gerek. Bunun temel nedeni Galatasaray'ın öldürücü ikili oyunlarını engellemek için rakibin aşırı derecede gömülmesi ve bunun sonucunda Galatasaray kısa oyuncularının görece daha fazla üçlük atış denemesi olduğunu düşünüyorum. Son maça bakarsak 29 iki sayılık deneme ve 24 üç sayılık denemede bulunduk ki bu üçlük denemesi için bir hayli fazla.

Özellikle ikili oyunların engellendiği durumlarda songolia üzerinden post uyp denememiz yararlı olabililir. Galatasaray hücum alternatiflerini arttırdığında daha da kuvetlenecek. Önemli bir sıkıntı da maçı kazandık havasına girilmesi. Her rakip prokom olmaz. İşi gevşetiğinizde tekrardan toparlama fırsatı vermeyecek çok sayıda El takımı var.

Bu galibiyetlerin devamını bekliyoruz.

Fenerbahçe Ülker: Enseyi Karartmayalım



Fenerbahçe Ülker birleşmesi ile büyük hedefler ortaya konmuştu. Hedef koymak tek başına önemli değil, hedefleri gerçekleştirebilecek organizasyonu kurmak önemli. Aydın Örs ile başlayan atılım; belirli bir kimya oluşturmuştu. Kısa savunması konusunda avrupanın en güçlü takımı görünümündeydi. Uzunlar ise ribaunt ve bloklarıyla savunmada iş yapıyor ve kendilerini geliştirecek bir ortam içinde giderek pişiyorlardı. Tanjevic ve onun süre dağılımı sistemi maalesef oyuncuların basketboldan keyif almalarını engellediği gibi oyuncuların gelişimini de bence sekteye uğrattı. Bir kaç basit örnek vereyim. Semih, Ömer ve Vidmar bence Tanjevic'den kaçarak oyunlarını geliştirdiler. Oğuz çok acı bir örnektir. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi pivotu olabilecek oyuncu maalesef kayboluyor. Yeteneklerini geliştirmesi gerekirken giderek köreldi. Preldzic (87) doğumlu ve ümit milli takımlar düzeyinde yine 1987 doğumlu ersan'la birlikte en değerli ve gelecek vaad eden oyuncuydu. Preldzic hala çok değerli bir oyuncu ancak oyununda maalesef bir gelişme yok. Yeteneklerini sahaya yeterince yansıtamıyor.






Geçmiş senelerdeki Fenerbahçe'ler daha savunmacı ama görece daha az skorer oyunculardan kuruluydu. Şimdi ise görece daha skorer ama birazcık daha az savunmacı bir yapıya büründüler. Özellikle bu seneki transferlerden Jerrels bence bu düzeylerin oyuncusu değil. İlk periodu düşünün. Ukic çıkarken Fenerbahçe 8 sayı ile öndeydi. Jerrels girdikten sonra 11-0'lık seri yedi Fenerbahçe. Jerrels'a verilecek süreleri Berkay'ın kullanmasının daha doğru olacağı kanaatindeyim.




Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; enseyi karatmamak gerek. Fenerbahçe çok kaliteli ve üst düzey oyunculara sahip. Ritim yakalarlarsa çok tehlikeli ve güçlü bri takım da olabilirler. Temel sorun işbölümünün, görevlerin anlaşılmamış olması. Ukic yokken Jerrels oynayacaksa, mutlaka hücumu Preldzic'in organize etmesi gerekiyor. Bu kadroda Preldzic ve Bogdanovic 13-15 dakika süreler alacak oyucnular değil, tersine 25-30 dakika aralağında oynaması gereken oyuncular. Oğuz 20 dakika civarında oynamış olmalı. Benim hatırladığım bir atışı var. Oğuz'u sırtı dönük kullanmak lazım.






Caja laboral son 10 yılda Avrupa'nın en önemli takımlarından birisi oldu. Bugün EL tarihi yazılmaya başlansa adından en çok söz edilecek takımlardan birisi. Ama bu seneki Caja Labarol sıradan vasat bir El takımı haline gelmiş. Fenerbahçe İspanya'da bu takımı rahatlıkla yenebilecek güçte.




Ancak can sıkıcı olan, bu sene Türkiye'de oynanacak F4 için Fenerbahçe daha kuvvetli bir takım kurabilirdi. Ne olursa olsun sadece bu maça bakarak Fenerbahçe'nin f4 adayı olamayacağını iddia etmek bana akıllıca gelmiyor. Fenerbahçe çok kötü oynamasına rağmen ve Caja Laboral ise kadrosuna oranla iyi bir maç çıkarmasına rağmen Fenerbahçe maçı alabilirdi. Bu kadar gününde bile takımın kazanabilecek bir gücü olması bence önemli. Özellikle takımda görev tanımları oturduğunda, maç sonrası Koçun ve Sefelosha'nın belirttiği üzere "takım olduklarında" (5 asistle takım olunmaz) Fenerbahçe, Diğer takımların kadroları düşünüldüğünde bence önemli bir F4 adayıdır.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Zordur Almak Bizden Kupayı: İki Dev'in 40 Dakikaya Sığmayan Mücadelesi




Başlığa aldanmayın. Bu başlık iki takımı da ihtiva ediyor. Kupayı Galatasaray aldı ama kolay almadı aynı lig kupasını Fenerbahçe'nin almasında olduğu gibi.



2010-2011 basketbol sezonunun finalistlerinin Kayseri'de karşılaştığı Cumhurbaşkanlığı kupasını rakibi Fenerbahçe Ülker'i 103-97 yenerek Galatasaray müzesine ikinci kez götürmeyi başardı.



Bu tip final maçlarına ilişkin analizlerin bir yanı hep boşta kalır. Hele bir de iki uzatmaya gittiyse kimin hangi gerekçeyle kazandığını anlatmak pek de kolay olmaz. Cumhurbaşkanı olsaydım eğer maç sonunda kupayı ikiye böldürür ve takımlara paylaştırırdım.



Geleneksel olarak Galatasaray Mahmudi ile yeni bir oluşum içine girdiği ve bunun meyvelerinin toplandığı söylene gelmekte. Önce yıllar sonra gelen lig finali, ardından EL'e katılma hakkını elde etmek ve şimdi de Cumhurbaşkanlığı kupası Mahmudi'li Galatasaray'ın eseri. Ama tam da bu noktada Cem Akdağ'a da teşekkür edilmesi gerekir. Galatasaray tarihinin bence en zor, acı gününde takıma sahip çıkması ve o takıma herkesin takdirini kazanacak bir oyun oynatması ile bugünü hazırlayan Cem Akdağ'dan başkası değildir.



Doğrusu maç öncesi Fenerbahçe Ülker'e ilişkin izlenimlerim ve Galatasaray'a ilişkin izlenimlerimi teraziye koyduğumda maç içinde Galatasaray'ın 15-20 sayı farkı yakalayacağını ancak sonra Fenerbahçe'nin geri dönüş yapacağını ve 6-7 sayı farkla maçı Galatasaray'ın kazanacağını düşünmüştüm. Senaryo benim düşündüğümden oldukça farklı gelişti. bunun temel nedeni Galatasaray'lı oyuncuların mevcut Fenerbahçe Ülker'i olduğundan daha kuvvetli görmeleriydi. Vurup geçeceğini düşündüğüm anlarda bir şekilde frenlediler. Rakipden çekindiler. Rahat kazanabileceklerine dair en ufacık bir inançları yoktu. Rytas maçındaki inanılmaz faul yüzdesinden bu maçtaki kötü faul yüzdesine düşüşü ben başka bir şekilde açıklıyamıyorum. Maçın sonuna gelip maçın sonunda dikkatli olursak kazanabiliriz havasındalardı.



Fenerbahçe Ülker ise son periodda tecrübemizle bu işi götürürüz dedi. Tam da o anda son 5 dakikada 7 sayılık farkı yakaladıklarında Shumpert'in üçlüğü ile dirilen Galatasaray maçı kazanacak konuma geldi. Gordon kaçırdığı faul, Preldzic'in dengesiz hücumla sayı çıkartması, Ender'in son hücumunda ona yapılan faulun çalınmaması maçı uzatmaya götürdü. Bu noktada hakemlerin kötü yönetim gösterdiğinin de altını çizmek gerekir. Maçın sonucuna etkileri olduğunu falan söylemiyorum. Tabi tek kabahatli hakemler değil, bu sıfır tolerans denen saçmalığın uzatılması ile basketbol izleme keyfi öldürülüyor. Her dokunmaya düdük çalınması çok can sıkıcı. Ama ilginçtir Lakovic derdini anlatmak için hakemin kolunda çektiğinde orada tolerans göseriyorlar. Sıfır toleransı oyuncu ve koç tepkilerine uygulamayı anlayabiliyorum ama mücadeleyi yok edecek şekilde uygulanmasını kabullenemiyorum. İlerleyen haftalarda bu giderek esneyecek ve sezonun ikinci ayrısında sıfır tolerans ortadan kalkacak ama o günlere gelininceye kadar basketbol keyfimizin içine edecekler anlaşılan.



Mevcut durum düşünüldüğünde sıfır tolerans giderek gevşediğinde Galatasaray'ın daha da avantajlı bir konuma geleceğini düşünüyorum. Daha sert ve daha savunmacı olan Galatasaray'ın sezonun ikinci yarısında ve özellikle play-off sürecinde daha da iyi olacağını beklemek mümkün.

Maça ilişkin larak temel fark bence Galatasarsay'ın 31 asistine karşılık Fenerbahçe'nin 21 asiste kalması. Galatasaray hücumu daha pasa dayalı. Galatasaray özellikle ikili oyunlarda sıkıştığında önemli sorun yaşıyor. O dakikalaro genellikle savunma sertliği ile aşıyor ama sıfır tolerans durumunda o sertliği uygulayamıyor. Bu tip dönemler için Songolia'nın sırtı dönük hücumlarını bir alternatif olarak kullanmak zorunda. Özellikle EL maçlarında.



Fenerbahçe yarı afrika kökenli isviçreli NBA oyuncusu Thabo Sefolosha'yı kadrosuna katmış. Doğrusu savunması ile bilinen bir oyuncunun Fenerbahçe kısa rotasyonuna dahil olması önemli. Çünkü geçmiş senelerde hem uzun hem de kısa pozisyonunda belki de savunma potaansiyeli olarak en güçlü takım olan Fenerbahçe, bu sene Ömer Onan ve Vidmar haricinde savunmayla ilgilenen oyuncuya sahip olmaması en büyük handikapı. Bunun kadar önemli bir sorun ise Fenerbahçe'nin yerli rotasyonun ve özellikle de kısa rotasyonunun Engin, Marko ve Mirsat'ın sakatlıkları nedeniyle büyük sıkıntı yaşaması. Özellikle kısa pozisyonunda yeterince yerli olmaması nedeniyle Vidmar yabancı kontenjanına takılıyor ve az süre alıyor bu ise Fenerbahçe'in savunma zaaflarını daha da görünür hale getiriyor. Özellikle Engin'in nasıl döneceği Fenerbahçe için bence bu sene temel belirleyici olacak.



İlginç bir şekilde Zaza hem fizik hem de mental olarak hazır olmaktan çok uzak bir görünümdeydi. Galatasaray'ın mevcut başarılarının altında yatan temel faktör hem savunmada hem de hücumda hızlı oynamaları idi. Zaza o kadar ağır oynuyorduki; Zaza'lı anlarda takım bir anda sürat teknesi kıvamından, ağır vasıta kıvamına doğru bir dönüşüm içinde giriyordu. Zaza lig düşünülerek değil, EL düşünülerek yapılan bir transfer. İyi bir Zaza takıma çok şey katabilir. Umarım takım kimyasına olumsuz nir etkisi olmaz.




Foto: Rotahaber.com












7 Ekim 2011 Cuma

HOŞGELDİN ZAZA



Lockout sona erene kadar Galatasaray Zaza Pachulia ile anlaştı. Hayırlı olsun.






Teraziye konduğunda artısı eksisinden daha fazla olan bir transfer olmasına rağmen bence Galatasaray'ın transfere ihtiyacı pek yoktu. Önce Zaza transferinin artı ve eksilerine bakalım sonra da neden gereksiz gördüğümü açıklamaya çalışayım.






Öncelikle Zaza'nın yerli statüsünde oynayacak olması büyük avantaj. Avrupa'da hem belli düzeyin üzerinde savunma yapan ve hem de hücumda etkili olabilen pivot bulmak pek mümkün değil. Bu anlamda Zaza çok değerli bir oyuncu. Aylık 100.000$ gibi kabul edilebilir bir meblağ ödenecek olması da bu transferin artılarından. Galatasaray'ın ihtiyaçları açısından bakarsak ise Furkan ve Andric gibi iki önemli pivotu olsa da kalıplı bir uzuna uzun lig ve El maratonu düşünüldüğünde hayır diyemeyecek bir konumdaydı. Özellikle elindeki uzunların post up oyunu olmaması ve hücumda ancak ikili oyunlar ve hücum ribauntları ile etkili olmaları nedeniyle post up oynayabilen hatta birazcık şutu da olan ve bunun dışında savunması ön planda olan bir oyuncuya Galatasaray'ın kapı açması çok doğal. Bunun dışında hem yerli satüsünde ve hem de makul bir maliyeti var. Yeme de yanında yat bile denebilir. E o zaman sorun ne?






Aslında ben iki sorun olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi lockout bittiğinde oyuncunun dönecek olması. BU önemli bir sorun ama tüm sene için bu oyuncuyla anlaşılmış olsa sanırsam yine itiraz ederdim.






Kağıt üzerinde bu mükemmel bir transfer görünümünde. Endişelendiğim tek bir nokta var. O da oluşan düzgün kimyanın bozulması. Galatasaray mevcut kadrosu ile EL'e aday üç takımı 3 gün içinde hem de rahat denebilecek bir şekilde yenebildi. Rixos kupasında içlerinde Fenerbahçenin de olduğu güçlü takımları yenen Antalya'yı yine farklı bir şekilde yendi. Bu maça ilişkin Kaan Kural'ın yazısını okumanızı öneririm. Mesele Galatasaray'ın erken form tutması değil, her bir oyuncunun rolünü doğru bir şekilde kabullenmesi ve keyif alınan bir basketbol oynamaları. Doğru kimyayı yakalamış bir takım var. Her takımın eksileri var ve bu eksilerin farkında olan oyuuncular, Mahmudi'nin tabirini kullanmak gerekirse "eksileri göstermemeye" çalışıyorlar. Zaza transferi bu eksileri sadece nötrlemiyor, pek çoğunu bir anda artıya da çeviriyor ama mevcut kimya ister istemez bozulacaktır. Bu nedenle, sırf bu nedenle bu transfere kendi adıma bir şerh kaydı düşüyorum.






Lockout sona erdiğinde dönecek olması sorun gibi gözükse de eğer işler yolunda giderse Galatasaray zaten top 16'ya kalmış olacak. İlk sene için bu başarıdır. hem de büyük başarıdır. Top 16'ya kalamayan takımlardan yapılacak bir transfer ile Zaza'nın boşluğu az da olsa doldurulabilir. Bu nedenle de sadece lockout süresinde alınmış olması bence sorun değil esas sorun takım kimyasına Zaza transferinin nasıl yansıyacağı.






Umuyorum korktuğum gibi olmaz. Takım kimyası bundan etkilenmez. Oyuncular aynı ruh ve mücadele ile oyunlarına devam ederler. Zaza'nın katkısıyla da Galatasaray önemli işler yapar.

5 Ekim 2011 Çarşamba

It's i think a little bit a Turkish way

Hiddink'in müthiş cümlesi Türkiye spor tarihinin galiba en kısa ve net özeti. Sadece Futbol değil özellikle basketbol ve voleybol için de geçerli bir analiz. Okyanusu geçip derede boğulduğumuzu çok bilirim. dereden geçmek varken okyanusa açıldığımızı da çok bilirim.


Doğrusu biz nasıl halk olarak aşırı duygularımızla hareket ediyorsak takımlarımız da aynı bizler gibi hareket ediyor. Moralle oynuyoruz bu anlamda milli takımlar düzeyinde yurt içi dışında başarı kazanamıyoruz. Galiba Hiddink'in bu sözü ençok basketbol için geçerli. Çünkü Futbolda dünya ve avrupa şampiyonalarında yurt dışında derecelerimiz var. Voleybolda da yakın zamanda sırbistanda dünya üçüncüsü olduk. Basketbolda böyle bir başarımıza yok. dünya altıncılığını başarı olarak almazsak tabi ki.


Dışsal koşullar takımlarımızı çok fazla etkiliyor. Örneğin son şampiyonada filenin sultanları Hırvatistan'a grupta yenilince büyük eleştiri aldılar. bunun sonrasında ise önce ev sahibi İtalya'yı ardından ise dünya şampiyonu Rusya'yı yendiler. Hırvatları yenmiş olsaydık eğer muhtemelen Rusya'yı yenecek ek morali bulamazdık. Doğrusu benzer şeyleri geçen ay Avrupa basketbol şampiyoansında 12 dev adamımızla da yaşadık. İngiltere Polonya'ı yenmemiş olsaydı biz üst tura çıkamazdık. Nasıl ki filenin sultanları için hırvatistan mağlubiyeti İtalya ve Rusya galibiyetleri için zemin hazırladıysa bizim polonya mağlubiyetimiz ve Polonya'nın İngiltere mağlubiyeti bizim İspanya galibiyetimiz için moral motivasyonu sağladı. 8 maçta sadece 3 galibiyet aldık. Biri portekiz, biri ingiltere ve diğeri ispanya. polonya, sırbistan, litvanya, fransa, almanya gibi dengeimiz ve bizden zayıf takımlara karşı galibiyet alamamamız çok ilginç. Bize kaybeden İspanya şampiyonada oynadığı 10 maçtan sadece bir tanesini kaybederek şampiyon oluyor. İspanya'yı yenen tek takımız. Turkish way böyle bir şey. Aynı yıllar önce (fi tarihinde) PSV ile eşleşen Galatasaray Futbol takımının, Avrupa şampiyon klüpler kupasını kazanan PSV'yi yenen tek takım olmasında olduğu gibi.


Düşene Vurmanın Kolaycılığı: Suçlu Ataman Değil



Memlekette düşene vurmak gibi kötü bir alışkanlığımız var. Ama düşeni tesbit etmek konusunda ciddi sıkıntılarımız var. Bazen birileri çıkıp kendilerini doğrudan hedef tahtasına koyabiliyor ve gerçek düşenin kim olduğuna bakılmaksızın hazırda bulunan hedefe doğrudan saldırılıyor.






Beşiktaş klübü basketbolu özellikle cola-turca sponsorluğu sonrasında kötü yönelitilmeye başlandı. Galatasaray zaten kötü yönetiliyordu ancak cafe crown sponsorluğu ile yönetimde bir anlayış değişimi olmadı. Ülker'in sponsorluğu ile düzgün yürütülen tek klüp Fenerbahçe oldu. Klüp takımları için özellikle 2000'lerden sonra amatör branşlar adeta katlanılması gereken yüklerdi. Galatasaray yönetiminin kadın takımını Avrupa kupalarına göndermemek yolunda irade koyduklarını hatırlıyorum. Yol ve kalacak yer masrafları düşünülüyordu. Tam bu süreçte sponsorluklar başladı. isim sponsorlukları. Amatör branşlara verilen bu sponsorluk gelirleri, futboldaki açığı kapatmak için kullanılmaya başlandı. Bu yapının başarı getirmeyeceği açıktı. bu bağlamda sponsorlar klüp yönetimlerine de adam sokmak gibi yöntemlere başvurdular. Ancak ortaya çıkan sıkıntılar önelenemedi. Fenerbahçe'nin bu sponsorluk sürecinde daha ayrıcalıklı olması, BJK ve GS taraftarları için ülker grup şirketlerinin sponsorluğuna hep bir mesafe duymalarına ve bu sponsorluğun efektif işlemesine mani oldu. En sonunda her iki klüp ülker grup şirketlerinin adından ayrılmak zorunda kaldılar.






Yeni sonsor bulmak ise kolay değildi. Beşiktaş sponsor bulamamanın sıkıntısını yaşarken oyuncularına da ciddi yaptırımlar uygulayarak geçmiş seneden gelen kontratlarını iptal ettirme yoluna gittiler. Oyuncuların birlik olamaması yani sendikalaşmamaları onlar üzerinde böyle uygulamaları mümkün kılmakta. Ahlaki olarak bu tutum sorgulanabilir ancak hukuki olarak sorgulanamaz. Beşiktaşın bu vefasızlığı sistemin ona tanıdığı ve verdiği bir güç. Buna karşı bir alternatif istemedikçe, bu sisteme karşı bir alternatif üretmedikçe, buralardan ahlak adalet diye bağırmanın bence bir anlamı yok.






Milli takım düzeyinde milli 2-3 oyuncuya sahip olabilirseniz alacağınız yabancılar ile şampiyonluğa oynayacak bir kadro kurabilirsiniz. Beşiktaş bütçesini sene başında belirleyemediğinden, milli takım düzeyinde yerli bir tek oyuncu ile bile anlaşamamış ve NBA yıldızları ile anlaşma yolunda bir adım atmıştı. Beklenti, NBA yıldız(lar)ının kendilerini amorti edecek sponsorluklara kapı acacağı ve bütçenin kendi kendisini döndürebileceğine ilişkindi. Kısacası klübün kasasından para çıkmadan şampiyonluk alabilecek bir yapı oluşturulmaya çalışıldı. Yerli oyuncu sıkıntısı ve özellikle anlaşmak üzere oldukları uzunlarla anlaşılamaması ile Beşiktaş eurocup'dan elendi.






Tüm bu süreç Ataman'ın sırtına yüklenmiş. Bıyıktay'la işler sanki süperdi de Ataman'la bozuldu gibi bir izlenim de yaratılmaya çalışılıyor. Ataman'ın kişiliği ve mizacı gerek federasyon gerekse basın (taraftarlar) için kabul edilemez bir nitelikte. Çok politik olmayan ve davranmayan, gördüğü haksızlıklara ses çıkaran yapısı ile seveni sevmeyeninden daha az olan bir basketbol adamı ve portresi çıkartıyor karşımıza. Ancak şu süreçte bence en son suçlanması gereken kişidir kendisi. Koca Beşiktaş camiasının yönetimsel hatalarına (futboldaki gaziantep maç örneğine bakınız) koçun yapabileceği pek bir şey yok. Petravicius'un sakatlığı olmasaydı ya da Eze ile anlaşılmış olsaydı daha farklı bir görüntü mutlaka olacaktı. Kimse kusura bakmasın ama teknik olarak sorun; takımın savunma yapamayan oyunculardan kurulu olması falan değil bence. Aksine hücum etkinliğinin sağlanamaması. Kısacası pota altından hücum varyasyonu sağlanamaması. Bu sıkıntı bir uzun transferi ile halledilecektir.






Ancak şu sponsor sıkıntısının ve bütçe sıkıntısının aşılması gerekli. En az 3 yıllık bir bütçe ortada olmadan 3 yıllık bir plan yapmak mümkün olmayacak bu nedenle de Beşiktaştan uzun vadeli bir plan beklemek sadece hayalcilik olur.






Doğrusu Federasyon ise bu kötü yönetimlere kendi kötü yönetimi ile destek oluyor. Yerli statüsünde oynayacak yabancı oyuncular konusunda takımların çektiği son sıkıntıyı Salsabasket'ten takip ettik. Chatman ve Kinsey yerli statüsünde oynayamayacakmış. Geçen sene yerli transferinin son günü olarak belirlenen yerli statüsü başvurusu bu sene 30 ağustos'a çekilmiş. Dolayısıyla bazı takımlar buna yetişemedi. takımların da idari anlamda bu klonuda mutlaka kabahatleri var ancak federasyonun da bazı konularda esnek davranması mümkün olabiliyor. Harun'un eşi konusunda esneyebilen bir federasyon, aynı esnekliği bu takımlara neden göstermiyor olabilir?






Son tahlilde gerek basketbol federasyonumuz, gerek milli takımımız gerekse klüplerimiz kötü yönetiliyor. Gerek yazılı gerekse görsel basın, federasyon ve milli takımın yönetimsel hatalarına ilişkin suskunluklarını konu Ataman olduğunda fazlasıyla ve bence haksız bir şekilde dillendiriyorlar.






Ataman'ı sevdiğim söylenemez ancak ben genel olarak yigidi öldürürüp hakkının yenilmemesinden yanayımdır. Türkiye basketbol tarihinin en başarılı antrenörüdür. Yurt dışında Avrupa'da yabancı takım çalıştırarak Avrupa kupası kazanan (siena-saporta kupası) tek antrenördür. Milli takımda erman kunter'in yardımcılığı dışında görev alamamıştır. Milli takımın başında iken bildiğim (hatırlayabildiğim bir başarısı yok.) Daha sonra iki final 4, bir Avrupa kupası, 2-3 şampiyonluk, 4-5 cumhurbaşkanlığı kupası gibi başarıları olan bir antrenörün milli takımı bu başarıları esnasında çalıştıramaması ilginçtir. Keza Avrupa'da Ataman'dan sonra en başarılı olan Kunter'in ve kariyerinde yurt içinde çok sayıda şampiyonluğu olan Mahmudi'nin de milli takım için düşünülmemesi şaşırtıcıdır.






Foto: basketbolig.com






3 Ekim 2011 Pazartesi

Mahmudi ile Bileğinin Hakkı ile...



Basketboldaki milli hüsrandan sonra, böyle bir zafere, böylesi bir mutluluğa ihtiyacımız vardı. Teşekkürler Galatasaray.



Sırasıyla Paok, Asvel ve Rytas gibi 3 önemli takımı geçerek EL'de mücadele etme hakkını kazanmak kolay bir şey değil. Hazır rakiplerden bahsetmişken bu eleme yöntemine ilişkin bir kaç şey söylemek gerek. Çok güçlü ve çok istekli olmanıza rağmen bu eleme maçlarından birisini kaybettiğinizde tüm şansınızı kaybedebilirsiniz. Eğer Rytas'a dün gece küçük bir farkla kaybetseydik, muhtemelen bugün basında ve forumlarda bu konu gündeme gelirdi. bu eleme yönteminin adaletli olduğunu düşünmüyorum. Zaten ligimizde finali oynayan takımın EL'e doğrudan katılamaması ihtimali de ULEB üyesi olmayan federasyonlar için sportif başarı kriterinin esnemesine yol açıyor ve adaletsiz düzenlemelere yol açıyor. Genel alışkanlığımız yararımıza olan adaletsizliklere ses çıkartmamak üzerine olduğundan sadece canı yananların sesinin çıktığı ama dik bir duruşun da basketbol kamuoyunda olmadığını görmekteyiz.




Doğrusu maçtan önce ev sahibi avantajı, güçlü kadrosu ile Rytas'ın bir adım önce olduğunu ve maçın sonlarında küçük takdir hakları ile de maçı küçük bir farkla kazanacağını düşünüyordum. Rytas, kısa dönemde Rice'a çok bağımlı bir takım haline gelmiş. Rice'n sakatlanması ve yeterli katkı vermemesi Galatasaray'ın işini kolaylaştırdı. Ancak dün Galatasaray vidaları sıkmaya başladığında karşındaki her rakibi durduracak bir konsantrasyonu vardı. Değil Rice, rakipde Kobe olsa bence sonuç değişmeyecekti.




Galatasaray takımına seçilen oyuncuların ne kadar karakterli olduklarını gösteren bir seri izledik son üç günde. Dünya şampiyonası biteli henüz iki hafta olmuştu. Lakovic ve Songolia (yaşları itibariyle) 3 gün üst üste bu seviyedeki mücadeleyi fiziki olarak kaldırabilirler mi diye düşünüyordum. özellikle Asvel maçının sonunda Songolia'nın nefesinin bittiğini görünce doğrusu Rytas maçında kendisinden fazlaca bir beklentim kalmamıştı. Ancak Songolia bu düşük skorlu maçta her biri kritik anlarda olan 8 sayı üreterek karakterini oyuna yansıttı.




Tüm oyuncularımızın iyi oynadığı bir karşılaşma izledik. Ancak aslan payı sayın Mahmudi'ye ait. takımı inanılmaz iyi hazırlamış. Bunun temel göstergesi; 18'de 18 %100 ile serbest atış kullanılması. Muhtemelen Türkiye basketbol tarihinde yabancı takımlara karşı (gerek milli gerekse klüp takımları nezninde oynana önemli maçlar dikkate alındığında) %100'lük bir serbest atış yüzdesi ilk kez gerçekleşmiştir. Bu konsantrasyonu sağlayan ve takımı hazırlayan Mahmudi'yi (Ataman'ı ya da Kunter'i) milli takımı çalıştırırken görmek dileğiyle.



Rakip koç Dzikic yeni nesil Sırp koçların en önemlilerinden birisi. Özellikle Krka takımı ile hem yerel hem de Avrupa başarıları olan bir koç. Galatasaray'ı çok iyi etüd etmiş. ikili oyunları büyük ölçüde durdurmayı başardı. Mükemmel savunma yaptılar. Ancak Galatasaray hem daha farklı hücum silahları, hem daha tecrübeli oyuncuları ve hem de konsantrasyonu ile galibiyete ulaştı. Tebrikler Galatasaray. Devamını bekliyoruz...