30 Haziran 2009 Salı

EFES PİLSEN’İN DEĞİŞEN STRATEJİSİ

Bir önceki yazımda Efes’in son şampiyonluğunda 96 ruhunun yakalanmasının ne kadar belirleyici olduğundan bahsetmiştim. Aslında 96 ruhunun sağlam temelleri önceki 3 yılda atılmıştı. 93 yılında Kupa Galipleri Kupası finalinde Aris’e 50-48 yenilen takım ve 94 yılında F4’e çıkma maçında Barcelona’ya son maçta 76-61 teslim olan takım ile 3 yıl sonra Koraç Kupası’nı kaldıran takımın nüvesi aynı idi. Sadece Larry Richard (nam-ı diğer aslan yürekli Richard) yerine Mcrea (onu çok özlüyoruz) ve bence Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi altıncı adam olan ve basketbole neden genç yaşta (sadece 31 yaşındaydı) bırakmış olduğunu anlayamadığım Taner Korucu (hakkında ayrı yazı yazmak istiyorum) yerine Murat Evliyaoğlu takıma dahil olmuştu. Sonuç olarak Koraç kupasına giden yol adım adım planlanmış ve buna yönelik olarak atılımlar yapılmıştı.
1993-1996 yılları arasındaki Efes Pilsen’in başarılı olduğu konusunda kamuoyunda bir görüş birliği vardır. Ancak, aynı görüş birliği 1997 yılından sonraki Efes Pilsen için oluşmamıştır. Efes Pilsen’in 1993-1996 yılları arasındaki kendisini adım adım başarıya götüren takım konsepti ile 1997 yılından sonra iki kere Final Four’a kalma başarısını gösteren ve iki yıl haricinde her yıl son sekiz takım arasına giren Efes Pilsen takımı konsepti arasında belirgin bir fark mevcuttur.
Şimdi gelin 93-96 yılları arasındaki Efes Pilsen’in takım yapısını inceleyelim: 93 yılındaki takım yapısı yıldız olmayan ama yıldız potansiyeli taşıyan, genç ve başarıya aç oyunculardan oluşmaktaydı. Naumoski geldiğinde yıldız mıydı? Hayır. İlk geldiğinde kimsenin tanımadığı, son Avrupa Şampiyonu Jugoplastika’nın 3. oyun kurucusu olan genç bir oyuncuydu. Larry Richard yıldız mıydı? Hayır. Türkiye’de yıllarca oynamış Avrupa’nın sıradan bir Amerikalısı idi. Mcrea yıldız mıydı? Hayır. Fenerbahçe’den 2 yıl önce kalbindeki sağlık sorunları sebebiyle gönderilen ve sonra Fransa’da kendini biraz gösteren ama yıldız olmamış oyuncuydu. Ufuk, Volkan, Tamer ve Taner Avrupa’da tanınmayan kaliteli yerli oyunculardı. Bu tarz alçak gönüllü, ego problemi olmayan oyuncular ve aynı özellikleri taşıyan koç ile beraber takım kimyası ve ruhu oluşturmak için şartlar oldukça müsaitti.
1996 yılından sonra Efes yol ayrımına geldi. İlk yol aynı sistemi devam ettirmek. Yani az bütçe ile takım ruhunu birincil öncelik haline getirerek 93-96 dönemi sinerjisini yaratmak. İkinci yol ise bütçeyi arttırarak yabancı yıldız oyuncuları transfer edip takım ruhu sinerjisini daha geri plana atmak. Efes Pilsen’in ikinci stratejiyi tercih ettiğini düşünüyorum. Söz konusu stratejinin omurgası Avrupa’da o dönemde kendini ispat etmiş yıldız oyuncuları almak üzerine oturmuştur. Mulaömerovic, Savic, Marcus Brown, Solomon, Nicholas, Stombergas, Karasev sadece birkaç örnek. Yabancı oyuncu seçimlerinin aksine, yerli oyuncularda strateji çok fazla değişmemiştir. Alt yapıdan gelen veya diğer takımlardaki potansiyeli yüksek genç oyuncu tercihleri ön planda yer almıştır. Alt yapıdan gelen Hidayet Türkoğlu, Hüseyin Beşok, Mirsad Türkcan, Ömer Onan. Diğer takımlardan gelen Mehmet Okur, Kaya Peker, Kerem Gönlüm sadece bir kaçı. Bence bu strateji değişikliği Efes Pilsen yönetimin bir tercihi idi. Takım ruhunu uzun vadede oluşturmak yerine, kendini ispat etmiş yabancı oyuncularla üst düzey hedeflere kısa vadede ulaşmak istemişlerdir. Yanlışlığı veya doğruluğu tabiki ayrı bir tartışma konusudur.
Sonuçta çok para harcayıp takım ruhunu oluşturmayı birincil öncelikten çıkarmak ile az para harcayıp takım ruhu oluşturmaya yönelik strateji belirlemek arasında bir ödünleşme mevcuttur. Her iki stratejiyi benimseyen takımlar başarılı olmuştur. Panatinaikos, Olimpiakos, Kinder Bologna ilk stratejiyi benimseyerek başarıya ulaşırken, Zalgris, Limoges, Partizan ikinci stratejiyi benimseyerek başarıya ulaşmıştır. Peki Efes Pilsen’in yaptığı bu tercih başarıya ulaşmış mıdır? Bakış açınıza bağlı. 1996 yılından 2009 yılına kadar Efes Pilsen istikrarlı olarak iki sene haricinde ya Final Four oynamış ya da Final Four’u son maçlarda kaybetmiştir. Başarılıdır diyebilirsiniz, çünkü yükseldiği seviyeyi korumuştur. Başarılıdır diyebilirsiniz, çünkü Avrupa’nın en saygın takımlarından biri olmuştur. Başarısızlıktır diyebilirsiniz, çünkü geldiği seyiyenin üstüne çıkamamıştır. Başarısızlıktır diyebilirsiniz çünkü, 93-96 başarılarını iyi değerlendirememiştir. Iyi değerlendirememekten kastım taraftar sayısının artmayıp bilakis azalmasıdır. 93-96 yılları arasındaki maçlardaki seyirci sayısı ile sonraki yıllardaki seyirci sayısı arasında gözle görülür bir fark vardır. Önemli maçlar haricinde son 10 yılda Apdi İpekçi kaç kere tamamiyle dolu olmuştur? 93, 94 ve 96 yıllarında Efes grup maçları da dahil olmak üzere hemen hemen tüm büyük maçları dolu salonda oynamıştır.
Sözün özü Efes Pilsen son 13 yılda hep ortalamanın üzerinde ancak zengin kulüplerin (Barca, Olimpiakos, Panathinaikos, Maccabi, CSKA) altında bir bütçe ile takım oluşturmuştur. Bu dönemde yukarıda bahsettiğim takımların hep gerisinde kalmıştır. Bu anlamda harcadığı para ile başarı parallel şekilde gitmiştir. 93-96 döneminin farkı Efes’in çok daha az bütçe ile bu takımlara kafa tutabilmesidir. Zaten o dönemi ruh ve efsane gibi kavramlarla açıklama sebebimiz biraz da budur. Kanaatimce, Efes Pilsen’in önünde iki yol mevcuttur: Bütçeyi Avrupa’nın en üst düzey takımları seviyesine çıkarmak veya az bütçeli 93-96 stratejisine dönmek. İki strateji arasındaki herhangi bir yolun başarıya ulaşacağını düşünmüyorum. Nitekim, Efes Pilsen’in bu seneki transfer atılımları son 13 yıldaki stratejilerinden vazgeçtiği yönünde bize önemli sinyaller sunmaktadır.

25 Haziran 2009 Perşembe

96 RUHU








Tarih: 14 Şubat 1996
Yer: İtalya, Bologna, PalaDozza
Salonu
Maç: Teamsystem Bologna – Efes Pilsen Koraç kupası yarı final rövanş karşılaşması.
Seyirci: 5300
Ortam: Azgın İtalyan seyircisi. Seyirci ve oyuncuların etkisinde kalmaya çok müsait hakem ikilisi (Mikhail Davydov RUS, Armand De Keyser, BEL). İlk maçı 24 sayı farkla kaybeden Bologna oyuncularının (özellikle Djordevic ve Myers) inanılmaz hırsı.
İlk maçı 102-78 gibi sarsıcı bir skorla kazanan Efes Pilsen için ikinci maç çoğu basketbolseverler tarafından formalite gibi gözükse de yukarıda kısaca bahsetmeye çalıştığım ortam maçın ne kadar çetin geçeceğinin bir göstergesi idi. Nitekim, ilk yarının ortalarına geldiğimizde manzara şu idi: Fark 21 sayıya çıkmış, Djordevic, seyirci ve hakem ikilisi çıldırmış, Tamer 5 faulle oyun dışı kalmış, Naumoski ve Volkan 4 faullü. Efes’in 3 uzunlu dar bir rotasyonla oynadığını 3. uzunun genç, hırslı ancak tecrübesiz Mirsad olduğu gerçeğinden hareketle turun orada elimizden gideceğini bu satırların yazarı da dahil seyreden herkes kabullenmiş durumda idi. Ancak, sonrasında yaşananlar çok az basketbolsevere nasip olmuş canlı bir destan. Aydın Örs önderliğindeki kenar yönetiminin ve oyuncularının akıl almaz sakinliği, Mirsad ve Mcrea’nin inanılmaz pota altı mücadeleleri, Naumoski ve Volkan’ın faul problemlerine rağmen oyundan hiç kopmamaları final kapısını Efes Pilsen için aralamıştı (Maç istatistikleri için tıklayınız). Hayatta başımıza gelen açıklanması zor durumlar genellikle soyut kavramlarla ifade edilir. İşte, bu ahval ve şeraite rağmen, Efes Pilsen’nin böyle tür bir olumsuz ortamdan sonra şahlanmasının tek açıklaması takım ruhu gibi soyut kavram ile olabilir. Somutlaştırırsak, takım ruhu denen kavram takımın tüm fertlerinin ortak takım çıkarı için aynı anda aynı şeyi düşünüp yapabilmeleri ile bağlantılı bir şeydir. Yukarıda resmetmeye çalıştığım durumda takımın bir bütün olarak sakinliğini koruyabilmesi buna en iyi örnektir. Fertlerden birinin bu dişlinin dışına çıkması her şeyi bozabilirdi. Örneğin Naumoski’nin panik yapıp 5. faulü yapması veya Mirsad’ın maçın ağırlığı altında sinirlerine hakim olamayıp teknik faul alması gibi durumlar takımı bozabilirdi. Takım ruhu denen kavram, doğasında topyekün hareketi barındırmaktadır. Topyekün hareket 96 yılının Efes takımının en önemli karakteristiğiydi. Bu tür bir karakter gösterisi grup maçlarında kupaya tamam ya da devam maçı olan ve maç içerisinde 20 sayı geriye düştüğümüz Naumoski’nin sakat olduğu Panionios maçında da sahadaydı.
Bu tür bir karakter gösterisi tam 13 yıl sonra final serisinde tekrar gösterime girmiştir. Özellikle serinin 3. maçından itibaren tüm takımın her bir bireyinin akıl ve hırsının optimal bileşimini maça yansıtması takım ruhunun oluşmasında dönüm noktası olmuştur. Zaten oyuncuların 3. maçtan itibaren sergiledikleri vücut dilleri dönüm noktasını çok iyi açıklamaktadır. Görüşümüzü anektodlarla destekleyelim: 3. maçta Mario Kasun’un takımı 14 sayı geride iken Rasim’in üzerinden yaptığı bir smaç sonrası yüzünde meydan okuma mimiğin oluşması. Kariyer boyunca saha içinde yaptığı olumlu hareketlerden sonra hiç bir tepki vermeyen, cool görüntüsünü bozmayan Thornton’un Kobe Bryant vari güç gösterisi sunması. Kaya’nın seyircilerin tüm provakasyonlarına rağmen, attığı sayılardan sonra sakin bir şekilde savunma sahasına doğru ilerlemesi. Smith’in kariyerinin en kötü hücum performasını sergilemesine rağmen, çok iyi savunma yapması. Tüm sezon çok az süre alan Sinan’ın x-factor olması. Bu şampiyonluk başarı mıdır? Hayır. Efes bir düzineden fazla şampiyonluğu vardır. Bu şampiyonluk sadace bunlardan birisidir. Asıl başarı eski takım ruhunun tekrar oluşmasıdır. Efes Pilsen bunu başarmıştır. Naçizane düşünceme göre Efes Pilsen önümüzdeki yıl Avrupa’da bunun meyvelerini Final-Four olarak alacaktır. Nitekim, yöneticiler de bu ışığı görmüş olsalar gerek tahminlerimin çok ötesinde bir transfer yaparak Rakocevic gibi takım ruhunu bozmayacak süper yıldızı transfer etmiştir (Efes yönetimine bize böyle bu oyuncuyu canlı seyretmemize fırsat sağladığı için ayrıca teşekkür etmek istiyorum). Sözün özü; son final serisi Efes’e şampiyonluğun ötesinde önemli atılımlar yapma fırsatını sağlamıştır. Oluşan takım ruhunun önümüzdeki sene için Final Four’a kalma ve seyirci sayısında kaydeğer artış yaratma olasılığını arttırdığı düşüncesindeyim. Bu iki olasılığın gerçekleşmesi Efes Pilsen’i önümüzdeki 5 yılda Avrupa’nın baş altı takımı olmaktan çıkarıp baş takımlarından bir yapacaktır. Bir sonraki yazımız son 13 yıldır bu tür bir takım ruhunun oluşmamasının sebeblerinin irdelenmesi üzerine olacaktır.
Yazan: Faruk Aydın

TANJEVİC ÜZERİNDEN FEDERASYONA BAKMAK






Mehmet Demirkol gazetede bir paragraf da basketbola ayırmış. Milli takım aday kadrosunda Memo’nun neden olmadığını soruyor. Daha doğrusu, onun sorusu, daha da güzel. “Memo bir milyon dolara fener’de oynarım” dese Tanjevic onu fener’e almaz mı? Alabilir de almayabilir de. Orasını tabi ki Tanjevic bilir. Ama benim bildiğim bir şey var. Tanjevic, Memo’yu istemese bile Aziz başkan Memo'yu fener'de görmek isteyecektir. Ve şunu da biliyorum. Aziz başkanın istekleri kabul görecektir. Fenerde de BAŞKAN var federasyonda da başkan var. Farkları yukarıdaki cümlede belli oluyor BAŞKAN vs. başkan

Tanjevic milli takımla ne yaptı? Galiba Bilgin demişti; “Tanjevicin eline voleybol oynasalar Avrupa’da kupa alacak bir jenerasyon teslim edildi” diye. Peki Tanjevic’li milli takım ne yaptı? Koca bir hiç. Bileğimizin hakkıyla katıladığımız turnuvaya, davetiyeyle, yani lobiyle çağrıldık. Niye? Kadrosunda iki tane nba yıldızı var diye. Sportif olarak elde edilemeyen bir mevki, masa başında, lobi ile elde edildi. Bunun ne kadar lobiden kaynaklı olduğunu da ayrıca tartışmak lazım. Belki başka bir yazıda. Ama şimdi ana konumuz olan Tanjevic ve Demirel’den sapmayalım.

Tanjevicin kadro seçimlerine artık alıştık ama insanların gözünün içine baka baka tutarsız açıklamalar yapmasını doğrusu hala yadırgıyorum. Şöyle bir geçmişten ama yakın geçmişten örnekler verelim. Kerem Tunceri'yi yaşlı olduğu gerekçesi ile en formda zamanında kadroya almamıştı Tanjevic. Hem de ondan daha yaşlı ve daha az formda oyuncular kadrodayken. Ertesi sene Tunceri bir yaş daha yaşlandı ve bir sene önceki formundan da uzaktı ama bu sefer kadrodaydı. Hem daha yaşlı hem de daha az formdayken kadroya alınmıştı. İlginç gelmişti bize. Ne değişmişti acaba? Mesele, sadece Tunceri meselesi değil tabi. O kadar çok örnek verebiliriz ki. Kerem'den başlamışken diğer Kerem'den devam edelim. Yüreğiyle oynar Kerem. Her şeyini verir. Ve herkes takdir eder onu. Keremlerden gönlümüzde olanından, Gönlüm olanından söz ediyorum tabiî ki. Ancak Tanjevic onu şutör olarak adeta kısa forvet gibi oynatmaya çalışıyor. Öyle oynayacak bir oyuncun var zaten senin. Mirsat. Kerem'in şutu yerine Mirsat’ın şutu daha fazla güven vermez mi? Bu da çok önemli değil belki. Hadi Hüseyin ve Kaya’yı da seçmedi. Bunu da kabullenelim. Ama Hakan Demirel ve Cenk olayını anlamam mümkün değil. Kendi çalıştırdığı klüp takımında oynatmadığı adamı yıllarca milli takıma aldı. Sonra adamı kiralık gönderdi. Çocukcağız iyi bir sezon geçirdi, yani benchte değil sahada yer aldı ama milli takım kadrosuna alınmadı. Yerine bir sezondur kaç dakika oynadığı belli olmayan bir oyuncu seçildi. Cenk’i iki gün önce, “bizim oyuncular parayı oynamaya tercih ediyorlar” diye eleştirdi. Büyük takımın benchinde oturana kadar küçük takımlarda oynasalar kendilerini geliştirseler demeye çalıştı. E hakan Demirel bunu yapmadı mı? Büyük takımın benchi yerine küçük takımın ilk beş oyuncusu olmadı mı? Olduysa ve başarılıysa neden kadroda değil. Yedekken ve oynamıyorken kadrodaydı da, şimdi neden kadro dışı. Bir de Cemal vakası var. Cemal takımında kaç dakika oynuyor? Cemal takımında ne doğru dürüst süre alıyor, aldığı sürelerde ise faydalı bir hareketi yok ama kadroda. Evren ve Sinan seçimleri bence doğru. Umarım kadroda kalmayı başarırlar.

Daha yazılabilecek bir sürü saçma seçimi var. Tutkuyu çağırıp da kadroya almamak, Serkan vakası vs... Kariyeri, ismi falan önemli değil benim için. Bu kadar saçmalığa hiç müdahale etmeden izleyen Demirel’e söylenebilecek o kadar çok şey var ki. Basketbola hiçbir şey vermeden bunca senedir federasyon başkanı olmasını da şaşkınlıkla izliyorum. Son söz; Türkiye’nin en iyi jenerasyonunu bir masal uğruna, 2010 masalı uğruna feda ettik. Masalımızın sonu mutlu olsun yoktur başka dileğim…
söylesem tesiri yok. sussam gönül razı değil.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Aynı Hikaye ama Farklı Kahramanlar: Sunter#Özyer




Koçluk zor zanaat. Gerçekten. Örneğin beğendiğim koç sayısını yazmaya çalışsam bir elin parmaklarını geçmez. Yerli koçlardan söz ediyorum. Yabancı koçları da dahil edersem herhalde Avrupa’da on tane koç sayabilirim.

Spor öyle bir hal aldı ki; bütçe/performans analizi yapılmadığı sürece her şey askıda, havada kalır. Koçları da ellerindeki bütçe oranında değerlendirmek gerekir kanımca. Misal yıllardır sevgili saygıdeğer Ercüment Sunter hocamızın elinde yıllardır iyi bir bütçe vardı. Ama performans? Nerede kupalar? Ben sağlam kadro olarak bir 657’ye tabii memurları bir de Ercüment Hocayı bilirim. Aldığı ücrette ya da parada gözümüz yok. Emekten yana olduğumuzu baştan belirtelim. Ama bu kadar büyük bütçelerle bu kadar küçük iş yapıp, yıllardır o koltukta oturabilmek? Soru yoktu cümlede ama benim kafamda bu soru hep olacak. Sevgili Fikret kızılokun bir parçası vardı. Süleymen hep başbakan diye. http://www.seyiralemi.com/index.php/fikret-kizilok-demirbas-suleyman-hep-basbakan/
Sunter de öyle. Şimdi terfi etti. Süleyman da terfi etmişti. Cumbaba olmuştu. Sunter de terfi etti. Yerine Özyer geldi.

Özyer’in kariyerine şöyle hızlıca bakalım. Ülker yardımcı antrenörü. Baş antrenör ayrılınca sezon sonu baş antrenör oldu. Ülker’in son sene şampiyonluğunun mimarı kabul edildi. Büyük mimar Özyer‘imizin başka dişe dokunur bir başarısı yok. Kendi kurmadığı takımla şampiyon oldu. Kendi kurduklarına bir bakalım. Bir kere arkasında Ülker olduğu için ve Ülker de galatasaray’ın sponsoru olduğu için takım ona daha doğrusu Ülker galatasaray’a verdiği sponsorluk paralarını ona emanet etti. Kendisini şampiyon yapan koçu işsiz bırakacak kadar vefasız değildi Ülker. Ülker Özyer’e ya Fenerbahçe Ülker’e yardımcı antrenör ol ya da galatasaray’a baş antrenör ol teklifi sundu. Bu da ülker’in Galatasaray ve Fenerbahçe’ye yaklaşımını göstermesi açısından güzel bir örnek. Neyse sadede gelelim. Özyer, Galatasaray’ın başına geçti. Ne yaptı? Ülker’in verdiği parayı güzelce harcadı. Kime; fitch’e mitch’e hiçe… Takıma ne bir sistem, ne uzun vadeli bir yatırım ne de bir başarı getirebildi. Buraya kadar söylenenlere bakarsak telekomun kendi doğrularına göre bir seçim yaptığını söyleyebiliriz. Yıllardır basketbola büyük paralar dökerek kurdukları iddialı takımlar ile (en azından bütçe olarak iddialı) hiç elde etmişlerdi. İşte bunu belki de ercümentten sonra en iyi yapacak antrenörü getirdiler. Hayırlı olsun.

23 Haziran 2009 Salı

Rakocevic Efes Pilsende




Haber eskidi ama etkisi hala devam ediyor. Avrupanın en önemli shooting guardlarından birini getirmeyi başardı efes pilsen. avrupada az sayıda çok üst düzey oyuncu var. Büyük hedeflere ulaşmak için böyle oyunculara ihtiyaç var. Efes yıllardır birbirine denk yabancı oyuncularla büyük bir hedefin peşinden gitti. paraları birbiri ayarındaki oyunculara saçtı da ne yaptı? Final four hedefinin ancak kapısından döndü. kapıyı bir türlü açamadı... en azından son yıllarda.

Bu sefer kapıyı açmaya gerçekten niyetlendiler gibi. En azından rakocevic transferi efesin niyetini gösteriyor. efes, vujanic'le yolları ayırdı. Muhtemelen smith'le de devam etmeyecek. Kasunun kalacağını düşünüyorum. Kakiosiz de gider diye düşünüyorum. Yani efes iki kısa bir de uzun yabancısı ile devam etmeyecek. Geçen sene 4 uzun ile yola çıkan efes teknik ekibi, bunun yetersizliğini anlamışlar. ergin ataman öyle söylüyor. Bu sene 5 uzunla oynayacaklardır. Ermal'i muhtemelen kadroya katacaklar. Bir de kakiosizin yerine uzun alacaklar. N'dongla efesin ilgilendiği yönünde bir söylenti var ama bence gerçekci değil. Gerçekci olmadığını efes'in kadrosuna bakınca anlamak zor değil. Kasun ve kaya savunmada sert ve hücumda yüzü dönük hücum edebilen oyuncular. N'dong'da kaya ve kasun gibi. Biraz daha blokcu. Kasun'la devam edilmeyecekse anlamlı bir transfer olabilir. Bu arada N'dong'un barcelona ile anlaşmak üzere olduğu dedikoduları da hızla yayılmakta. ateş olmayan yerden duman çıkmaz herhalde...kısalara gelince; öncelikle bir oyun kurucu alacaktır efes. Hedef final four'sa (rakocevic ispanyaya veda ederken hedefin f16 olduğu bir takıma gittiğini söylemiş) kerem ve ender yetersiz kalacaktır. Rakocevic'i oyun kurucu olarak oynatma hatasına düşeceklerini sanmam. İyi bir oyun kurucu transferi ile efes bence transferi kapatacaktır. Uzun transferi için bekleyebilirler ama oyun kurucu transferi için çok beklememeleri yararlı olacaktır.